Açgözlülük
Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, bireysel çıkarların, Makyavelist yaklaşımların olduğu noktada, gözü açları doyuramazsınız. Temiz masalar kurup, etik, ahlaki olarak, dostlukla, sevgiyle aşkla karnı açları, gönlü açları doyurabilirsiniz. Ancak makam ve mevki ile motive edilmiş gözü açları doyuramazsınız.
Katil fare hikayeleri yaratırsınız.
Peki bu kadar iyi ve akıllı insan neden bu noktaya gelir. Ticari başarılar ile hiyerarşik yapılanmalar arasındaki bağlantılar koptuğunda, değer üzerinden ölçülmediğinde, memuriyet sofraları kurulur, biat kültürü gelişir, güç zehirlenmesi oluşur ve tüm bunlar ile gerçekliklerden uzaklaşılır. Müşteriye, paydaşa değer dediğinde, ticaret girdiğinde, işi ölçeklemek için temiz ticaret yapmanız ve bunu ölçeklemeniz gerektiğinde, hiyerarşi ve memuriyetteki bu zehirler, ilk müşteri ile karşılaştığında ortadan kalkar veya en azında büyümesi engellenir. HIPPO görüşler ile değil, gerçek müşteri ve paydaş değeri ölçüldüğünde, o zaman pazar gerçekliklerinden uzaklaşılmaz.
Ancak konfor alanlarında, kendi çıkarları ile makyavelist yaklaşımlar ile verilen kararların, müşteri ve değer ile ilişkisi kopar. Çünkü üretilen hedeflerin, insanlık ile insanoğlu ile hiçbir bağı kalmaz. İnsana ve insanlığı değer yaratmayan her yapı bir gün batmaya mahkumdur. Sadece konfor alanlarında bir boşluk bulunuyorsa, orada makam ve rütbe aşkı ile yanıp tutuşanlar girmeye başlar. Bir anda kariyer merkezi haline dönüşürsünüz. Olaylar daha da derinine indiğinde, o insanların psikolojileri doğal tepkiler vermeye çalışır. Egolar şişer ve devekuşları gibi kafalar kuma gömülür.
Makam ve rütbe ile motive edilmiş, ancak bu makas içerisinde sıkışmışlar artık ötekileştirerek, çatışarak, kötülüğü sıradan hale dönüştürürler.
Sanayi devriminin yarattığı, hiyerarşik yapılar buna izin verir ancak girişimci yapılarında bu durum müşteri ve paydaşlar tarafından kontrol edildiği için bu durum hemen düzeltilir. İyi bir tüccar, müşterisi ile rakip olmaz. Bilir ki, müşteri ile rekabet sadece parasal açgözlülük problemi değil, aynı zamanda pazar kaybı sorunudur. Ancak memursanız ve bu konuda bir şey bilmiyorsanız, inovasyon yapmak istiyorsanız, size herşey serbesttir. Doyumsuz olmak, açgözlü olmak, harislik, tamahkarlık kutsanır.
Böyle olmayanlara statükocu etiketi takılır ve onun üzerinden etiketlenerek, yine kendilerin doğru diğerlerinin yanlış olduğu adreslenir.
Ötekileştirince, vicdanların sızlaması da mümkün olmaz. Kötülükte rahat rahat sıradanlaşır. Oysa ki hepimiz iyi insanlarızdır.
İşte çatışmaların kökeninde, böyle bir narsizm ve çıkar yatar.
Ancak adil rekabet, ancak işin felsefesini biliyorsan, açgözlü değilsen, etik ve ahlaki kurallara uygun hareket ediyorsan gerçekleşir. Sorunun iş modeli kurmak olarak görürsün ancak ilk olarak etik ve ahlaki olmayı defterden çıkardığında, diğerinin gelmesi mümkün değildir. Aslında temiz ticarettir.
Müşterini rakip yaptığında, müşterini kaybetmek ile kalmaz, güvenini de kaybedersin. Güven, ticaretin temelidir.
Robert Bosch, “İnsanların Güvenini kaybetmektense, para kaybetmeyi tercih ederim” diyor.
Ticaret güven işidir. Ancak memur ve uzmanlara yaptırılan ticaret, ürün aşkı ile çıkarları arasındaki bir ticaret haline dönüşür. Ancak bu bir döngüdür. “Ne kadar yersen ye, ne kadar alırsan al içindeki o derin boşluğu asla ama asla dolduramazsın…”
Başkaları ile yarışmana gerek yok. Çünkü sen kendi başına bir değersin. Açgözlülük, kıskaçlık ve ihtiras, bunun farkına varamamanın sonucudur. Kopya yaşamlara özenmektir. Mutlu olamazlar.
“Bir Kızılderili hikâyesi vardır: Beyaz adamla ata biner ve dörtnala giderler, derken Kızılderili bir anda durur. Beyaz adam şaşırır ve sorar, ‘neden bekliyoruz?’. Kızılderili yanıt verir, ‘çok hızlı gittik, ruhlarımız geride kaldı”. İçindeki güzelliği, özü geliştirmeyi seçmeyen haset dolu kişiler kötü yönlerini beslerler. Madde bulamacında yoğrulurken, ruhları gerekli gıdayı alamamaktadır.
Yine bir Kızılderili öğüdü şöyledir: “Yaşlı Kızılderili reis kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz diğeri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin ille de siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine; -Dede bu iki köpeği niye hep kulübenin önünde tutuyorsun? Hem de niye biri siyah diğeri beyaz? Yaşlı reis, bilgece gülümsedi ve torununun sırtını sıvazladı ve: — Onlar benim için iki simgedir. Çocuk : -Neyin simgesi? -İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen gördüğün şu iki köpek gibi, iyilik ve kötülük durmadan içimizde mücadele eder. Onları seyrettikçe ben hep bunları düşünürüm. Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi: — Peki hangisi kazanır bu mücadeleyi? Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa : — Hangisi mi evlat? Ben hangisini beslersem o kazanır!”
Sokrates der ki, “Sorgulanmayan hayat, hayat değildir!”